İçeriğe geç

Somutta İçkin Soyutu Fotoğrafla Çıkartmak: Şenol Zümrüt Çalışmaları

Somutta İçkin Soyutu Fotoğrafla Çıkartmak: Şenol Zümrüt Çalışmaları

Haluk Naci GÜLALP Academia.edu. dergisinde yayımlanmış makalesi.

“…/General, savaş uçağınız çok güçlü./ Fırtınadan tez uçar, bir fil yükünden bile çoğunu taşır./ Ancak bir kusuru var:/ Ona bir pilot gerekir. …” Bertolt Brecht.

Bir fırça, ya da çekiç ve keski, bir saz, ya da insan bedeni başta eller olmak üzere, ya da bir fotoğraf makinesi, vs., bir araç kullanmadan yaratılan bir sanat yapıtı yoktur. Tüm sanat yapıtları kullanışlı bir aracın ürünüdür. Ancak bir kusuru vardır aracın: Ona bir sanatçı gerektir.

Komün yaşamı izlerinin sürüldüğü tarihin uzanabildiği en eski günlerden bu yana, mağara resimleri ve heykelciklerden anlıyoruz ki sanat hep var olmuş. Ve bu gerçekten yola çıkarak böylesi sanat yapıtları sayısı ile o dönemlerdeki avcı-toplayıcı kabile üye olası sayılarını kıyasladığımızda, sanat ürünleriyle damgalarını vurmuş olanların sayısının pek az olduğu vargısına ulaşıyoruz. Kabilede herkes yaşamını sürdürmek için avcılık-toplayıcılık yaparken yalnızca pek az sayıda birileri bir de sanat üretiyordu. Sanırım buradan, sanatın insan türünde yalnızca üretim açısından değil, algı açısından da doğal bir dürtü olduğu sonucuna varabiliriz.

İstanbul 3 yıl. (2014)

Arjantin 13.000 yıl

Endonezya 40,000 yıl  

https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/f/f4/SantaCruz-CuevaManos-P2210651b.jpg/250px-SantaCruz-CuevaManos-P2210651b.jpg

İlk ikisi, çok yaygın bilindiği üzere, mağara resimleridir ve korunmaları için umulur ki her türlü önlem alınmıştır. Ancak üçüncüsü, ilkel sanat peşinde bir sanatçı tarafından değil, bir binayı boyamakta olan işçiler mola verdiklerinde eli yücelten uzak atalarındaki doğal sanat dürtüsüyle bir duvar üstüne yapılmıştır. Bunun korunmasını ise Şenol Zümrüt’ün sanat yapıtını saptayan sanatçı gözlerinin fotoğraf makinesi ile  sabitlemesine borçluyuz. Şenol Zümrüt daha sonra üzüntüyle görmüştür ki, o duvar bina sahibinin uygun (!) bulduğu biçimde boyanmıştır.

‘Güzellik’ Plato’dan bu yana, çok yüceltilmiş bir kavram olsa da, Kant, Hegel ve Hegelci Marxistlerin ona yakıştırdıkları çok parlak ancak açıklanamaz ve anlaşılamaz betimlemelerle ekseninden çıkmış olan, gerçekte bizi etkilemiş ve beğenimizi kazanmış olana ilişkin değer yargımızın yalın ve alçakgönüllü bir ifadesinden ötede değildir ve neye ilişkinse o görüntüyü, sesi, tadı, duyguyu vs., yeniden yaşamak isteyeceğimizi anlatır. 

‘Güzellik’ kavramı kökeni ve referansı açısından iki boyutta, doğal ve/ya da toplumsal; evrensel ve/ya da yerel olmak üzere iki yönlüdür:

Doğa büyüleyici özellikleriyle bize ‘beğeni’ ya da ‘güzellik’ algısının ilk ölçütlerini sağlamış olsa da kendisi sanat üretmez. Güneş bir renk cümbüşüyle doğarken ve batarken, çiçekler öylesine çekici açarken, gökkuşağı gökte büyülü bir köprü kurarken, kuşlar ötüşlerini, ırmaklarda sular akışlarını ruhu yatıştırıcı biçimde seslendirirken vb., bunlar ne denli sanatsal bulunsalar da bizi eğlendirmek, eğitmek, bize yararlı olmak ya da sanatta bulunması gerektiği ileri sürülerek sanattan beklenenleri karşılamak gibi bir kaygı taşımazlar. Doğa yaptıklarının sanatsal olup olmadığını hiç umursamadan, neyi yapması gerekiyorsa onu yapar. Somut olan doğa, aslında hiç özel bir amaç taşımayan yaptıklarıyla, ‘Korsakov’un Arıların Dansı’; ‘Debussy’nin Deniz’i’; Altamira mağrası bizonu’, ‘güzellik tanrıçası Venüs yıldızı’, vb., doğadaki somuttan soyut çıkartılmasına yol açan anılan ‘mimesis’ (doğayı taklit) örneklerinde olduğunca bilincimizde ve bilinçaltında sanatın ana referans çerçevesini kurar. Bu bağlamda doğal olan ‘genellikle’ ikinci boyuttaki iki yönden biri olan ‘evrensel’ ile örtüşür.

Toplumsala ilişkin olarak da;  toplumsal yaşamın gelişme sürecinde, derin sosyolojik ve antropolojik irdelemelerden kaçınarak belirtilebilir ki, tarihin daha ilk aşamalarında başlayan toplulukların tümünde görülen topluluk liderinin olmazsa olmazı bir büyücü desteğiyle bir düzen oturtmak için neyin doğru, neyin yanlış – neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirten bir kurallar dizisi getirilmiş, değer yargıları oluşturulmuştur. Bu kurallar/normlar/değerlerin oluşturulduğu ilk dönemlerde öğrenme vardır ancak bunlar bir kez yerleştikten sonra kimi aykırılıklar olabileceğini göz ardı etmeden, gelenekler ve toplumsal baskılarla artık bir koşullanma söz konusudur. Bu gerçek de ikinci iki yönlüde ‘yerel’ olana karşılık gelir. Bu öylesine yerel olur ki, önemsiz düzeyde bile olsa, bu değer yargılarının büyük çoğunluğu aynı toplumun değişik toplulukları arasında bile değişiklik gösterir.

Sanat, doğal yetenekli ve çalışarak eğitimli olanın sıradan iletişim yollarını kullanarak bir anlatımda bulunabileceğini görmediğinde iletmek istedikleri için kullandığı kesinkes bir dildir. Sanat toplumsaldan uzaklaşarak doğala yaklaştıkça, dolayısıyla yerelden evrensele uzandıkça ‘beğeni’ ile karşılanma olasılığı yükselir. Dil, dolayısıyla sanat birer soyutlamadır, genel olarak dil örneğinde somut ses ve imgeler dayanak oluştururken, sanat örneğinde hem doğayı da içererek yaşamda karşılaşılan tüm nesneler bağlamında, hem sıradan bir dille aktarılamayacağı düşünülene iletişim için bir biçim verilmiş nesneler bağlamında somut malzemeye yaslanır. Sonuçta, bu somutta içkin olan soyutu çıkartmaktır.

Sanat, ne bir başına yaratıcı yeteneklerin dışa vurumu ile gerçekleşir, ne de ayrıntılı öğrenilmiş teknik bilgiler ile. İlgili sanat dalının geçmiş birikimlerini kendinde barındırmayan da sanat üretimi yapamaz, doğuştan yaratıcılık/özgünlük niteliklerini taşımayan da. Bu ikilinin ayrılamaz bileşkesi ile oluşur sanat, bu bileşkenin düzeyi ayrı bir tartışma konusu olarak saklı tutularak. Şenol Zümrüt, doğal nitelikleri açısından sanatçı özelliklerini saygıdeğer düzeyde taşırken, gerekli teknik bilgi ile de donatmıştır kendini saygın bir düzeyde. Yaratıcılık ve bilgi ikilisinden ilki içeriğe karşılık gelirken, ikincisi biçime karşılık gelir.

Bir sanat dalı olarak fotoğrafın bir şansızlığı resim ile ortak paydasının (doğada/yaşamda olan bir kareyi bir çerçeve içinde yansıtmak) büyüklüğüdür. Bu ortak payda, fotoğraf sanatı için ele alınabilecek ölçütlerin tümünü fotoğrafa özgü kılmayı engellemiş, çok daha eski bir geçmişe sahip resim sanatı için kullanılan ölçütlerin kolaylığına ya da belki kaçınılmazlığına teslim olunmuş gözükmektedir.

Bu gerçeklikten yola çıkarak; Şenol Zümrüt’ün yapıtlarına baktığımızda önce vurucu bir simetri duyusu ile karşılaşmaktayız. Bu özelliği yapıtlarında doğal olarak denge ve uyum arayışı çağırmakta. Denge ve uyumu ise genellikle keskin ve çarpıcı karşıtlıklarla gerçekleştirmekte ki, görmemizi istediği ne ise onu ıskalamak olanaksız olmakta. Bu da sanatta ‘konu’nun önemini bize güçlü biçimde her kez yeniden anlatırken, neye baktığımızı, neye odaklanmamız gerektiğini de belirlemekte. 

Burada sözü fotoğraflara bırakmalıdır:

Plastik sandalyeler

Mandallar

Denizde gemi yansıması

Hurdalıkta metal borular

Çiviler

Zincirler

Köprü

Kuruyan ayakkabılar

nazar boncuğu

yangın merdiveni

Camın otesinde balonlar

sarkaçlar
Çöp torbasında yapraklar

  

Fotoğraf bir çerçevelendirmedir, ancak yaşamda çerçevelendirilmeyen ne var ki? Çerçevelendirme, toplumsal düzlemde yaşam gerçeklerine geniş bir açıdan nesnel bakabilmek, kıyas yapabilmek ve kapsayıcı olabilmek için önerilir olmayabilir ancak,  öznel açıdan da kaçınması güçtür. Şenol Zümrüt’ün çalışmalarında sanatçı gözü somutta içkin soyutu yakalamış ve bize sergilemek için fotoğrafıyla çerçevelendirerek tutsak almıştır. Yakaladıkları, yerelden çok evrensele, toplumsaldansa yaşamda olana ya da doğala yakındır. Çalışmalar tartışmasız soyuttur ancak, kimi sözüm ona sanatçıların dediği gibi, “dilediğince algıla, ne istersen onu anla”, anlamında asla değil. Şenol Zümrüt, “Size sunduklarım bana esin kaynağı oldu, belki siz de beğenilir bulursunuz, ben size bir yargı aktarmıyor, yalnızca belki algılarımız bir diğerine yaklaşabilir düşüncesiyle değerlendirmenize sunuyorum”, diyor.

Haluk Naci Gülalp

Ocak, 2017

gulalphn@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.